28 Mayıs 2010 Cuma

:)


bir minicik kız çocuğu bak duruyor orada hala....
anlatamam gördüklerimi o neşeli çocuğa...

25 Mayıs 2010 Salı

bir tatil yazısı...

tatile çıkmak fiiline aslında en uzak olduğumuz bir dönemde apar topar tatile yollandık ki bu zorunluluk hayatımızdaki en hoş zorunlulukların başında gelecek bundan sonra...


tatilde yanınıza alacağınız üç şey sıralamasında (hele ben gibi alerjikseniz) şapka, güneş gözlüğü ve güneş koruyucu triolesinin hoş tınılarını kendime günlerce tekrar etmeme rağmen ilk mola yerinde camdan giren güneşin kollarımızda kalıcı tahribata neden olması sebebiyle valizlerin en altındaki kalın mukavva gibi olan zımbırtının altına bakma çaresizliğine bile düşsekte sonuç çok acıydı güneş kremini unutmuştum...


otoyoldan en yakındaki şehir merkezine girip binbir söylenmeyle yeni bir güneş kremi alıp kırkpınar stili süründükten sonra keyifle yolumuza devam ettik




şekilde görüldüğü gibi sanki sahil kentinden değilde içerilerden biryerlerden geliyormuş gibi denizi gördüğüm ilk anda fotoğrafladım.

balayı çifti olarak gayet romantik karşılandığımız otelde, hiçte bulunduğumuz sıfata yakışmayacak kadar aç, bitkin ve pistik. bende isterdim tüm romantik komedilerde olduğu gibi geniş valonlu küçükhanım şapkamla ultra fönlü saçlarını uçuşturan bir julia roberts bir sandra bullock kibarlığında tüm makyajım yüzümde gözümde diorum ayaklarımda yüksek ökçeli pradalar ile kendimi yatağa sırt üstü atayım...


sıcaktan converse ler ayağıma nüfuz etmiş terden tüm saçlarım alnıma tel tel yapışmış velhasıl aynadaki görüntüm korkunçtu. avına odaklanmış timsahlar gibi bizi odamıza getirirken "ağabey sizde fotograf merakı var herhal makinalar felan" diye yörenin şivesiyle bizi karşılayan gence ilk sorumuz "restoran nerede?" ikincisiyse "yemek kaçta?" idi (yörenin şivesiyle bizi ilk karşılayan o değildi ne yazıkki otelin yerini sorduğumuz taksici tatil boyu fenomenimiz oldu "bootanik deeemi" )

sonrası bildik klasik deney faresi tatil köyünde serüveni... dış görünüş olarak bile bize benzemeyen yan yana getirildiğimizde aynı tür olduğumuza inanamadığım ingiliz ve rus farelerle beraber


- yemek yeme saati git ye !

- kahvaltıya geç kalma tatildeyken bile en geç 08:30 da uyan

- havuza akşam kimyasal atılıyor o saatte çık, çık ki deneyi oluşturan faktörlerden birkaçı azalmasın

- havuz saati başlangıcı ve bitiminde animasyon ekibiyle havuz kenarında sağa sola zıplayıp kıçını salla, yoksa deneyi yapanlar ne kadar eğlendiğini anlayamaz.

- bir gün öncesinin havuç salatasını yoğurtlayıp ertesi gün önüne getirdiklerinde farkettiğini sakın çaktırma, insanlar ayrık otlarını sevmez


- ve en önemlisi mutlaka restoranda etrafa bağırışan, yemek saçan zıplayıp koşturan çocuklar bırak, havuza en eski ve güneşten solmuş popo kısmı önceki tatillerden aşınmış mayonu giy, havuz kenarında 120 cm yazan yazının hemen önünde kendin gibi aynı türden kırocanlarla "boy mu la burası" muhabbeti yap, yap ki diğer türlerden farklı olduğumuz Türk olduğumuz ilk bakışta anlaşılsın...

neyse 2. ve 3. günde yağmurun peşimizi bırakmaması sebebiyle havuz kenarı çıkmazından kurtulup doğal alanlarda vakit geçirme derdine düştük...



yağmur sonrası toprak kokusu tüm karmaşayı bize unutturdu...

3. günden sonra köyün rehavetine kapılıp su yerine tükettiğimiz alkollü içeceklerinde katkısıyla tabiki, yerimizden kalkıp diğer şezlonga uzanmak bile yorucu gelmeye başlamıştı.

derken her güzel şeyin sonu olduğu gibi tatilde bitti.. rivayete göre işyerinde bile "snack bar nerde, sauna nerede ?" diye soranlar oluyormuş.. onlara tezelden şifa arkadaşlarınada sabır diliyoruz...

24 Mayıs 2010 Pazartesi

ev...

tatil dönüşü sendromunu atlatamadan kendimizi evin keşmekeşi içinde bulduk ki hiç iç açıcı değil...

ev kendi içinde büyüyebilen gelişen, kendi kendine dönüşen canlı bir organizma... hayır yetmedi bide dalga geçiyor. mutfak dolapları gazeteden çıkan bilindik hafıza oyununun çok level üstü... aç kapa aç kapa vok tava, limonluk??

gardropların hangi köşesinden ne çıkacak korkumdan açıp bakamıyorum... zaten yumurta kapıya dayanmadan asla iş başına geçmeyen ben, şuan içinde bulunduğum zaman bolluğunda yaptığım tek faaliyet bunları düşünüp hayıflanmak... elle tutulur hiçbir gelişme gösteremediğim gibi normalde yaptığım işleri savsaklamak içinde oldukçe elverişli biz zemin hazırlamakta...

yapmamam gereken tüm işleri öncelikli sıraya alıp asıl yapmam gerekenleri araya sıkıştırıp 2 bilinmeyenli denklemlerin üst üste integralini alıp durumu iyice içinden çıkılmaz hale getirdim ki şimdi gönül rahatlığıyla blogtan bloğa kelebekler gibi sekebilirim...

misal önce kart okuyucu aradım, (hah tüm derdim bitmişti evet) sonra makinenin bilgisayara bağlantı kablosunu, dahili kart okuyucu evin gıcık ruh halinden etkilenmiş ki ben kartla boğuştukça hiç oralı olmadı, kabloda beni aynı içtenlikle karşılayınca ben fotoğraflara ulaşamadım tabi, haa önce kart okuyucuyu sonra kabloyu aradıktan sonra bi o kadarda makineyi aradığımı söyleyip bu kepazeliğe son veriyorum...